Zarfı Kapanmamış Satırlar

    Her yıl aynı gün, aynı saat, aynı adımlar…

Saatler sabahı değil, geçmişi gösteriyordu. Mümtaz, zamanın bile unuttuğu o eski tozlu sokaklardan geçip, sokağın ucundaki küçük postaneye giriyordu. Dokuz yıldır bu düzen değişmemişti. Her yıl aynı günde elinde titrek bir zarf, yüzünde yılların pişmanlığı postanenin yolunu tutardı. O zarf yazılmış ama hiç okunmamış kelimelerle doluydu. Zarfın üstü her zaman aynı yazıyla yazılıydı:

 “Neriman Gülhan – Geri dönmeyecek bir yere.“

Görevli hiçbir şey sormaz, Mümtaz’ın ezberlediği yüz hatlarına aynı hüzünle bakar ve zarfı alırdı. Postane de susardı, zarf da , Mümtaz’da. Sadece duvar saati çalışırdı içeride…

Ama bu yıl dokuzuncu mektubun günü…

Zaman durmuş gibiydi. Görevli yoktu. Işık titrek yanıyordu. Postanenin köşesinde yaşlı ihtiyari bir kadın oturuyordu. Mümtaz ona uzun uzun baktı. Kim bilir kaç yıldır burada dudağında tebessüm oluşturacak bir haber bekliyordu. Mümtaz yavaşça masaya yaklaştı ve karşısında ona anlamsız bakışlarla bakan kadının önüne zarfı bıraktı. Kadın ona bakmadan konuştu:

 -On yıl boyunca gönderdiğiniz her mektup iade edildi. Ama hiçbiri size dönmedi, fark ettiniz mi?

Mümtaz korkak bakışlarla kadına baktı:

-Neden?

-Çünkü siz hiçbir zaman göndermediniz. Yalnızca bırakıp gittiniz. Zarfı verip vicdanınızı hafiflettiniz. Ama buraya bıraktığınız dakikadan sonra hiçbir posta yola çıkmadı.

– Peki, Neriman’a ne oldu?

-O öldü.

Mümtaz bu kelimeyi duyunca zaman durdu. Sanki biri göğsünü almış avuçlarının içinde sıkıyordu. Yıllardır bastırdığı o duygular bir mezar açılmışçasına aralandı. Ses çıkaramadı. Hava oradaydı ama nefes alamıyordu. Bir sandalye aramak istedi ama vazgeçti. Çünkü bazı acılar bedeni değil, belleği yere serer. 

Bir anlığına sesler gitti. Etraf zindan gibi olmuştu. Mümtaz artık duymuyor, algılayamıyor, sadece düşünüyordu. Zamanın ilk kırıldığı yere dönüp sadece düşünmek istedi, sadece düşünmek…

Neriman ile bir akşam vakti yaz serinliğinde balkona oturmuş sadece susuyorlardı. O sırada yürekten gelen bir sesle Neriman sordu:

-Beni seviyor musun?

-Elbette.

Derin bir sessizlik oluştu. O elbette kelimesi bir boşluğun içinde kayboluyordu. Çünkü bir kadına elbette diye cevap vermek bazen onu hiç duymamaktır. Mümtaz tam da böyle yapıyordu. Onun daha öncelikleri vardı. İş, planlar, ertelenmiş eğlenceler…

 Şimdi postanenin ortasında Mümtaz’ın gözünün önünden geçen bu anılar, cehennemi yaşatıyordu. Yavaşça anıların verdiği ağırlıkla kapıya doğru ilerledi. Postanenin ağır kapısı, Mümtaz’ın ardından soğukkanlılıkla kapandı. Neriman yoktu. Bu gerçekle baş edemeyen   elleri, zarfı titrek bir şekilde ceketinin cebine yerleştirdi. Dışarı çıktığında her zaman serinletici bulduğu bu esinti, şimdi tenini yakıyordu. Aklında Neriman’ın sureti, nereye gittiğini bilmeyen adımları ile yürüyordu. Yol boyunca acı veren o tanıdık sokaklar geçti gözünün önünden…

Bir zamanlar yürüdükleri o çiçekli yollar, oturdukları banklar ve daha niceleri…

Hepsi işliyordu ama Mümtaz’ın kalbinde zaman durmuştu.

 Dar bir sokağa geldiğinde gerçekle yüzleşti, kalbi sıkıştı. O kapıdan bir daha çıkmayacak Neriman’ı düşündü. Nefes alamıyordu.

O an fark etti ki postaneden beri yürümemiş, bir vedaya kendini hazırlamıştı.

“Geç kaldım,” diye geçirdi içinden.

Yazdım ama yetişemedim. Ne yazarsan yaz ölümden hızlı değil.”

Kapının önünde durdu. Elini kaldırıp zile uzandı. Zil evin içinde uzun uzun yankılandı. Bir süre sonra kapıyı yaşlı bir kadın açtı. Yüzünde acı tebessümle Mümtaz’ı içeri aldı. Mümtaz ayakkabılarını çıkarıp, sessizce içeri girdi. O tanıdık koku burnuna geliyordu, Neriman’ın kokusu…

Aralık olan kapıya doğru ilerledi. Burası Neriman’ın odasıydı. İçeriye girdiğinde zaman durdu. Raflar kitaplarla dizili, baş ucunda su bardağı, yatağın üstünde bırakılmış şal…

Sanki Neriman sadece dışarı çıkmış da birazdan gelecek gibiydi.

Yatağın ucuna oturdu. Şal elinde o günü düşündü. Üstünde şal, yüzünde çocuklar gibi gülücükler Mümtaz’ın yanına gelmişti. Mümtaz’ın fark edip yorum yapmasını beklemiş fakat Mümtaz sadece bakmakla yetinmişti, Mümtaz’ın kalbi acı içinde bu düşüncelerle kıvranırken dolabın dibinde küçük, eski bir kutu dikkatini çekti. Üzerinde, Neriman’ın el yazısıyla tek kelime yazıyordu.

Mümtaz”

 Elleri ile hafifçe kutunun kilidini açtı. İçerisi her biri özenle katlanmış, sararmış ama gönderilmemiş zarflarla doluydu. Titreyen elleriyle ilk mektubu açıp okumaya başladı:

“Seninle susarak anlaşıyoruz, farkında mısın? Belki de bu yüzden yanından hiç gitmek istemiyorum.”

Usulca bir başka mektubu eline aldı:

“Biliyor musun, bu satırları sana hiç göndermeyeceğim ama yazmazsam içimde kalacak. Belki bir gün okursun.”

Sonraki mektuplar, aylar boyunca yazılmış kimi kısa bir not, kimi upuzun itiraflar, kimi umut dolu, kimi kırgın…

Mümtaz’ın boğazı düğümlendi. Gözleri artık bulanıklaşmaya başlamıştı. Sanki Neriman’la konuşuyordu. İçinden geçen tek cümle ise dudaklarına döküldü:

“Ben sana yetişemedim Neriman.”

Ve Mümtaz ilk kez ağladı. Yalnızca bir kaybın değil, söylenmemiş kelimelerin, gecikilmiş itirafların, ertelenmiş sevgilerin yasını tuttu.

Yorum bırakın