Hakkı Bey

 Hakkı Bey’in sahafı, sadece kitapların değil, unutulmuş geçmişin de dizildiği bir yerdi. Yılların yükünü sırtında taşıyan bu adam sayfalar arasında kaybolmuş hikâyeleri bekleyen bir bekçiydi. Hakkı Bey, hayat arkadaşını kaybettikten sonra ömrünü kitaplara adamış, onlarla yoldaş olmuştu.  Her sabah güneşin altın gibi kendini göstermesiyle bu küçük dükkâna gelir, zaman geçirir, gün gecenin koynuna girmesiyle son verirdi.

 Yine bir sabah eski roman sayfaları gibi sararmış küçük sahaf dükkânının kapısını açıp, içeriye girdiğinde geceden bıraktığı karmaşanın izlerini yansıtan kitaplar üst üste konulmuş, sanki sabaha kadar sohbet edip uyuyakalmış gibilerdi. Her bir kitabın üstündeki toz bir geçmişin izi gibiydi. Usulca yanlarından geçip, omuzundaki yükü bırakmak istercesine kendini koltuğuna bıraktı. Ne zamanlar geçirmişti burada. Tanımadığı simaları bile kendi hikâyeleriyle buluşturmuştu. Bu düşünceden sıyrılıp, eline bir kitap aldı ve eskimiş cildini tamir etmeye başladı. Ta ki geçmiş kapıdan içeriye girene dek.

-Merhaba, dedi adam fısıldar gibi.

Hakkı Bey ağır ağır kafasını kaldırıp yabancıya baktı, önce pek aldırış etmedi. Fakat birkaç adımın tereddütlü bir ritimle kendisine yaklaştığını fark edince gözlerini kaldırdı. Karşısındaki genç adam, zamanın ve geçmişin soğuk duvarını aşmaya çalışan biri gibi duruyordu. Yüz hatlarında yıllar önce yarım kalmış bir hikâyenin derinliğini sezdi. Yorgun gözlerini genç adamın gözlerinde gezdirdi, çözemediği bir şey vardı: tanıdık ama yabancı, sıcak ama uzak…

-Buyur oğlum?

Genç adam, omuzları zamanın ağırlığıyla çökmüş, ama gözleri hala gençliğin ışıklarını taşıyan bir çift yorgun gözle karşılaştı. Bir anlığına dünya durdu. Tozlu kitapların, ağır rafların ve yılların arasından birbirlerine bakıyorlardı. Bakışları titredi ama dudakları tek kelime etmedi.

-Kolay gelsin amca. Burada yıllar önce bir kitap bırakmıştım, dedi.

-Ne kitabı bırakmıştın?

-Benim geçmişim olan kitap.

Yüzündeki her bir kırışıklık geçmişten bir hatıra gibi duran adam yüzünü buruşturdu:

-Görmüyor musun oğlum ortalığın halini. Şu an değil geçmişin olan kitabı bulmak, kendini kaybetsen bulamazsın, o yüzden başka bir zaman gel.

Genç adam, hırslı bir şeklide yıllar önce kaybettiği oyuncağını bulmuş gibi diretmeye devam edince, ihtiyar anlam veremeyen bir edayla:

-Geç bak, ama beni rahatsız etme.

Yavaş yavaş sanki geçmişini saklamak ister gibi tozlarla kaplanmış kitapların arasından geçti. Tanıdık bir iz ararcasına nem kokmuş kitapların arasında elini gezdirmeye başladı. Rafın en sonunda sıkışmış, yılların ağırlığını taşıyan bir cilt gözüne çarptı. Elleri titriyordu. Korkuyla kitabı eline aldı. Usulca baktı, evet işte buydu.

“Sevgili oğluma, kaybettiğinde yolunu bulması için…”

Bu cümle yıllarını vermek pahasına görmek istediği cümleydi. Boğazında bir şeyin düğümlendiğini hissetti. Nefesi kesildi. Bir uçurumun kenarındaymış da adım atsa sonsuzluğa gidecekmiş gibi bocaladı. Usulca gözünden yıllardır söylenmeyi bekleyen bir itiraf gibi yaş düştü. Elleriyle kitabı sıktı. İçinde çocukluk anılarının yankılandığını hissetti.

Evet oydu.

Çocukken ezberlediği o yüz, yılların ardından bir yabancı gibi karşısında duruyordu. Hiç değişmemişti. Masum ama dışarıdan taş duvar görünen adam karşısında başka insanların hikayelerini düzenliyordu. Genç adam düşüncelerine engel olamıyordu. Geçmişi yaşarcasına titriyordu. Babasının kendisine yıllar önce bu gün gibi hatırladığı kitabı verdiği gün geldi aklına. O zaman oyun sandığı kitap, şu an bir gerçek gibi elinde duruyordu. Tam anlamıyla geçmiş karşısındaydı.  Küçükken elinden tutan eller, o masal anlatan ses ve omzuna dokunan o sıcaklık…

-Baba, dedi genç adam fısıldarcasına.

-Baba ben kayboldum.

Yüzünün her bir kırışıklığı haritayı andıran ihtiyarın kulağında yankılandı o ses. ‘‘Baba ben kayboldum.’’

Ağır ağır kafasını kaldırdı yaşlı adam. Hiçbir şeyi idrak edemiyordu. Yüzü önce bir anlam arayışıyla gerildi, kaşları hafifçe çatıldı. Gözleri karşısındaki suretin içinde geçmişten izler ararken bir anlığına sahafta değil, yıllar öncesinde bir bahar gününde buldu kendini. Küçük çocuk bahçede dizini yaralamış ve babası koşmuştu yardımına. Yanına çömelip elini dizine koyduğunda tanıdık gözlerle ona bakmıştı, işte şimdi yıllar sonra tam karşısında duran bu gözlerle…

 Çenesindeki kaslar yavaşça gevşedi, dudakları belli belirsiz titremeye başladı. Hatırlamaya korktuğu yılların unutturduğu o yüz yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu.

Elindeki kitap hafifçe kaydı. İlk kelimesini söylemek için dudaklarını araladı ama bir an durdu. Ve o an, gözlerinden bir damla yaş süzülüp yanaklarındaki derin çizgilerin arasına karıştı.

Yıllar boyunca bu küçük sahaf da raflar içinde kaybolmuş hikâyeleri okumuştu. Ama kendi hikâyesinin kayıp sayfası şimdi tam karşısında duruyordu…

Yorum bırakın