Kim Bu Tanrı?

“Tanrı nedir? Tanrı kimdir? Tanrı birisi midir, öteki veya beriki midir? Tanrı var olan mıdır, yoksa varlığın içinde yokluğuyla var eden mi? Tanrı var mıdır? Tanrı olmanın felsefesi nedir? Tanrı ne işe yarar?” gibi temel sorular insanlar akıllarını kullanmaya başladığından beri hep sorulmuştur. Bununla birlikte, sorulan sorulara karşı inançlı insanlar daima bir bilinmezlik -bunu mutlak karanlık veya aydınlık olarak değerlendirebiliriz- ile cevap verirler. “Tanrı vardır ancak bunu kalbinle hissetmelisin” diye de taçlandırırlar soruların cevaplarını. Aslında bir cevap vermiş olurlar mı? Kendileri de öğütledikleri gibi tanrılarını kalplerinde hissederek yaşıyorlarsa bu sorunun cevabı görece hayır olur. Görece dememin sebebi tanrıya inanma ihtiyacı olan insanların varlığının geçmişte bulunması ve gelecekte de bulunacak olmasıdır. Yani insan içgüdüsel olarak bir tanrı inancına muhtaçsa veya kendinden üstün bir varlığa -veya yokun içinde var olana- inanmak ve iman etmek istiyorsa elbette ki kalpten inanır ama inanmaya ihtiyacı olmayanı nasıl ikna eder tanrı? Hayatta tesadüflerle kudretini göstererek mi? Bunun karşılığında inanmaya ihtiyacı olmayan insan, tesadüflerle dolu veya şanslı bir insan olduğunu içselleştiremez mi? Öldükten sonra da tanrı dese ki “Senin karşına o olağanüstülükleri ben çıkardım” bunun karşısında insan “Ben o olağanüstülükleri senin gönderdiğini nereden bileyim, ben bunu istediğim tarafa çekebilirdim, o yüzden şanslıyım dedim. Eğer bunu sen yaptıysan, kanıtlasan bile buraya geldikten sonra inanmamın senin açından ne yararı var ki?” demez mi? Eminim inanan insanların bu soruya da bir cevabı olacaktır. Bu doğrultuda, tanrı ile insan ilişkisi bakımından, cevabı olmayan soru yoktur. Bu da aslında insan aklının ne kadar büyük ve ince düşünebildiğini gösterir. Rasyonel sonuçlar ve cevaplar arayan kişilere göre tanrı, mutlak değildir ve bu mümkün de değildir. Bu doğrultuda bu tip insanlara -inançlıların söyleyişine göre- iman nasip olmuyorsa bu durum onların suçu mudur yoksa tanrının sorunu mu? Böyle binlerce soruyu daha sorup hepsinde inançlılardan aynı cevabı alabiliriz.

Ama Tanrıya başkaldırırsak ne olur? Yani, düşünen insanlar çevresine, topluma, yaşantısına ve dahi onlarca şeye dahi başkaldırma hakkını kendinde görüyor ve bunu yapabiliyorsa bunu neden tanrıya karşı yapmasın? Başkaldırıyı ele aldığımızda, insan ne zaman içinde bulunduğu duruma başkaldırsa hep bir adım ileri atmış, ne zaman kendine uygun olmayanı gördüğünde yeni bir şey keşfetmiştir. Ancak bununla birlikte şu da göz önünde bulundurulmalıdır ki, kalpten başkaldıranlar çok nadir insanlardır ve tarihte bunun örnekleri de mevcuttur.

Peki, insan aklı bu kadar gelişmişken ve kendisini aşan işler yapabiliyorken neden tanrı hariç her şeye başkaldırır da tanrıya başkaldıramaz? Çünkü herkesin tanrısı tektir ve kendince farklı yollarla iman eder. Yani, herkesin kafasının içindeki tanrı bambaşkadır ve bu durumda insanın düşlediği ve hissettiği o güçlü tanrısına tek başına başkaldırması mümkün olmayacağından reddedemez ya da hesap soramaz. Bu düşünceyle birlikte halk ağzında anlatılan bir hikâyeyi örnek göstermekle hata yapmış olmam.

Hikâye şöyle;

Hz. Musa bir gün dağlarda dolanırken Allah’a dua eden bir çobana rastlar. Çoban kendini duaya o kadar kaptırmıştır ki bu içten hali Hz. Musa’nın dikkatini çeker.

Çobana yaklaşır ve duasını dinlemeye başlar ama bir de ne duysun! Çoban: ‘Allah’ım! Seni ne kadar severim bir bilsen, senin için sürümdeki en yağlı koyunu keseyim. Sen iste koyun kavurması yapayım. Sen dile ayaklarını yıkayım, kulaklarını temizleyip, bitlerini ayıklayayım. Ben sana çok hayranım.’ diyor ve Allah’a olan aşkını kendine has o saf üslupla dile getiriyormuş.

Hz. Musa çobanın bu duasını duyunca köpürür ve onun haddini aştığını düşünerek: ‘Seni cahil adam! Hiç böyle bir dua olur mu? Allah’ın ayakları mı var? Sen kafir oldun! Hemen tövbe et!’ diyerek azarlar. Adam bu sözler karşısında adeta yerin dibine girmiştir ama peygamber haksız olacak değildir ya! Son derece mahcup ve mahzun bir edayla tövbe eder.

O akşam Hz. Musa Rabbinden bir ses işitir. Allah: ‘Ey Musa! Sen buluşturmaya mı geldin ayırmaya mı? Şu garip çobanı azarladın. Oysa biz ondan razıydık. O inancında samimi idi. Biz kelimelere bakmayız, niyete bakarız! Kelimelere bakacak olsaydık yeryüzünde insan kalmazdı!..’ diye ihtar eder peygamberini. Hz. Musa anlar yaptığı hatayı ve hemen ertesi gün çobanı bulmaya gider. Onu bulduğunda sırtını okşar ve: ‘Ey dost, ben hatalıyım, beni affet. Sen en iyisi bildiğin gibi dua et. Çünkü böylesi Allah katında daha kıymetlidir!’ der.

Yukarıdaki hikâyede görüldüğü gibi Allah’ın bizzat elçisi olan Musa bile iman ve inanç meselesinde Allah’tan azar işitiyor ve Musa, Allah’la konuştuktan sonra çobana gidip bildiği gibi dua etmesini salık veriyor. Bu hikâyede dikkate değer ve üzerinde duracağımız mesele şu; Musa, Allah’ın elçisi ise ve Allah’ın buyruklarını yeryüzünde yerine getirmeyle görevli olduğu hâlde, bu görev dahilinde yanlış ibadet eden veya inanan çobanı uyardıktan sonra bizzat Allah’tan azar işitmesi neyin göstergesidir?

Bu konuda yukarıda bahsettiğim üzere bireysel iman meselesi devreye giriyor. Çoban, kendince imanını sağlam temellere oturtup tanrısına elinde olanı ısmarlıyor çünkü çobanın bireyselliğinde iman ve tanrı tek -Burada tanrının tekliğiyle bahsettiğim şey âlemlerin bir yaratıcısı vardır demek değil; çobanın, Musa’nın ve o dönemde yaşayan ve inanan tüm insanların tanrısı kendine özel olarak tektir demek-.

Sonuca gelecek olursak, tanrının varlığı, yokluğu, felsefesi, öteki veya beriki oluşu, yokluğun içindeki varlık oluşu gibi düşünceler sadece bireysel düşüncelerle ve deneyimlerle kazanılır. Tanrı toplumsal değil, tamamen bireysel varlık meselesidir.

Yorum bırakın